6- Onurdoğan: Yaşam ve Ölüm

6 - Yaşam ve Ölüm / Felix


Bir canavar! Çalıların az ötesinde, kamptan otuz ayak uzakta duran bir canavar. Yara izleri bir adamın gerçek madalyalarıdır derdi babam. O yüzdendir ki yeni tanıştığı bir soyluyu, Karaktu’nun toplu hamamlarına götürmeyi asla ihmal etmezdi. İsimlerin önündeki ünvanlar uydurulabilirdi, ancak yaralar, ne kadar solsalar bile, yaralar her zaman ardında bir kesik saklardı. Bu canavar da yaralardan payını bolca almıştı.

İmparatorluğun seyrek ağaçları arasında, sırtı, en büyük kayadan bile yüksek ve sert duruyordu. Gözleri perdeli, ölü bir şeyin beyaz rengine sahipti. Koyu kahve derisinde yara izlerinin geride bıraktığı kırmızının her bir minik tonu, taşların üzerinde biriken yosunlar gibi karmaşık bir dansa tutulmuştu. Yaratığın teni o kadar karman çormandı ki. Felix, daha önce böyle bir şeyi sadece başkente yaptığı ziyaretlerde görmüştü. Yaratık, Akademi’deki katranımsı siyah sıvıların mide bulandıran parlak rengine sahipti. Bir rakibin görüntüsü nadiren Felix’in içinde bir his bırakırdı. Görüntü yanıltıcı olabilirdi. Ancak burada yanıltıcı bir şey yoktu, Felix ne hissettiğinden çok emindi: kaç, kork ve koşmaya başla.

Felix gözünü Agenor’a çevirdi. Çocuk da farklı değildi. Canavarı gördükten yarım kalp atışı sonrasında rengi insanı huzursuz eden bir mora bürünmüş, vücudu gözle görülür bir şekilde titremeye başlamıştı.

“Kendine çeki düzen ver.” Agenor duymamış gibiydi.

“Agenor, bana bak!” Felix güven verircesine çocuğun kolunu kavradı. Çocuğun vücudu kaskatı kesilmişti. Felix’in tuttuğu yerdeki kaslar kontrolsüzce seğiriyordu. Felix çocuğun önüne geçti. Daha söze giremeden Agenor konuşmaya başladı.

“Bizi görmedi.”

Felix şaşkındı.

“O hayvan bizi hala görmedi.” Çocuğun sesi, bu dünyadan göçüp giden bir ruh gibi zayıf ve fısıltılıydı. Felix dikkatlice yaratığa tekrar baktı, hareketlerini izledi. Yaratığın duruşunda endişe yoktu, yürüyüşü dertsizdi. Kampla nöbet yeri arasına ilerliyordu. Agenor da yaratığı izliyordu. Felix’e dönmeden konuştu. “Onu uzaklaştırmamız lazım.” Felix sanki boğazına büyük bir yumru oturmuş gibi çocuğa baktı. Yumru kelimelerin ağzından çıkmasına izin vermiyordu. Sadece kafa salladı.

İtaatkarca çocuğun çantasını gösterdi. “Neyimiz var?” Çocuğun parmakları ustalıkla çantayı açtı ve içindekileri gözler önüne serdi. Yaklaşık beş boy halat, iki çubuk mum, bir şişe parfüm, bir yumak iplik, beze sarılı yemek tuzu, bir kese bakır ve gümüş, biraz gaz yağı, çelik taşı, bir matara su, bir bıçak, Agenor’un yayı ve bir sadak ok.

Felix’in çantası yoktu, onu Seb taşıyordu. Üstünde metal plaka bir zırh ve elinde de işlemeli mızrağı vardı. Yapacak bir şey yok. Mamai bize şan versin. Her zaman olduğu gibi yine sizlere güveneceğim eski dostlarım. Mızrağını zırhına, anlamlı bir şekilde sürttü.

İkili hızlı bir plan yaptı. Agenor yakınlarındaki bir ağaca, Felix ise ormanın içindeki birine tırmanacaktı. Yaratık kampa doğru ilerlerse Felix yaratığın dikkatini çekecek ve onu kamptan uzaklaştıracaktı.

Çocuk bir kurt kadar çevik ve hızlıydı. Elini ağacın dallarına kolayca atıyor, gevşek bir dal ile sağlamını tek bakışıyla ayırt edebiliyordu.

Felix için durum pek böyle değildi. Ağaca tırmanmak, yetenekleri arasında yoktu. Kendini yukarı çekerken kollarını olması gerektiğinden daha çok yoruyor, yükü vücuduna dağıtamıyordu. Savaş alanında ona esneklik vermesi için dizayn edilmiş basit zırhı, böylesine dikeysel hareketler için yapılmamıştı. Felix’in her hareketi, zırhın da ağırlığıyla boğucu bir hal alıyordu. Eh, bu bir anlamda iyiydi, çünkü bu halde olmasa Felix acıdan kükrerdi.

Felix’e çok uzun gelen saniyeler sonunda yerlerini aldılar. Felix alnından akan terleri yorgunca sildi. Kaslarım bu düşüncesizliğimden günlerce sızlayacak.

Canavar onları fark etmemiş gibi duruyordu. Felix’in yakınındaki çalılarda toprağı eşeliyordu. Kalktı, etrafta döndü, ve sakince Felix’in bulunduğu ağaca, oranın ardındaki kampa doğru hareketlendi.

Felix mızrağını bir uzvu gibi tutuyordu. Kalbi adeta bir savaş davulu gibi atıyordu. Bu ses kimse tarafından duyulmasa da Felix için sağır ediciydi. Yaratık yanından geçip gidecekken…

Öyle bir şey olmadı. Yaratık Felix’in üstünde durduğu ağacın yanında donup kaldı.  Garip ensesi diken gibi dikleşmiş tüylerle kaplıydı. Beni görmüş olamaz.



Darbe sarsıcıydı. Canavar vücudunun yanıyla ağacı söküp yere yıkmayı başardı. Yarım kalp atışında dünyam tepetaklak olmuştu. Ağacın çatırtılarıyla yere çarpmanın gürleyen sesi ormanın içinde bir şimşek gibi yankılandı. Ağır plaka zırh düşüşü hafifletse de göğsümdeki bir kaç  kemiğin kırıldığını, eğer şanslıysam çatladıklarını hissedebiliyordum. Acı öyle yüksekti ki alt çenem kontrolümün dışında kilitlenmişti ve kafatasımda yankılanan katlanılmaz bir zonklamaya sebep oluyordu. Vücudumda dolaşan Mamai’nin coşkusu, bugün hala nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde bana güç verdi. Bir an yerde ölümden kıl payı kurtulmuş yatarken diğer bir anda ayakta, elimde mızrağımla, benim üç katım olan beyaz gözlü yaratığın karşısında dikilmiştim. Size yemin edebilirim ki o sisli gözlerle bakışmam dakikalar sürmüş gibiydi. Beyazlık, baharatlarla süslenmiş bir yahninin garip lekelerine ve fırtınalı bir denizin huzursuzluğuna sahipti. İlk hamleyi yaratık yaptı.

Öndeki ayağıma yükümü verip diğer ayağımla yerde yarım bir ay çizdim. Yaratığın pençesi yanımdaki bir ağaçla çarpıştı. Etrafa saçılan minik odun parçaları yüzümün ve vücudumun açıkta kalan yerlerinde kesikler oluşturdu. Açılan yaralardan akan kan yüzümü kaplıyor, kollarım ve bacaklarımdan akıp uzun nehir yolları bırakıyordu. Hiç düşünmeden sağ elimdeki mızrağımı yaratığın sırtındaki yara izlerinden birine sapladım. Mızrak deriyi kolayca deşip içeri saplanmayı başardı. Yürek burkan bir hırlama geceyi kapladı. Yaratık hızlıca dönüp beni karşılamaya çalıştı. Pençeleriyle neler yapabildiğini görmüştüm. O yüzden kollarımdaki tüm güçle mızrağa tutunup kendimi yaratığın omzuna bıraktım.

Yaratık vahşi bir at gibi debeleniyor, zıplayıp beni üstünden düşürmeye çalışıyordu. Bense tutundum. Mızrak bir uzvum gibiydi, beni düşürmesinin tek yolu kolumu kesmek olurdu. Sol elimle kemerimi yokladım ve hiç düşünmeden hançerimi yaratığın diğer yara izlerine saplamaya başladım. Önce bir kesiği deştim, bir ok izini, bir tazının diş izlerini. Hançerimi çekip tekrar saplıyordum. Yaratık her bir darbeyle daha çok inliyor, debinmelerini arttırıyordu. Eski bir morluk, bir yanık, bir pençe izi. Bıçağımı her çekişimde koyu kırmızı kan benim kanımla karışıyor, ellerim ve yüzümü adeta bir maske gibi kavrıyordu. Devam ettim. Sağ kolum uyuşana, sol kolum güçten düşene kadar devam ettim. Solmuş bir balta yarası, başka bir ok. Yaratık beni kayalara çarparken devam ettim. Boynunun yanında mızrak izleri, derine girememiş dişler. İkimiz de gücümüzü tüketiyorduk. Yaratığın sürati yüzünden dilimi ıssırıp kopartmamak için çenemi sıkmaya devam ediyordum. Dişlerimden birkaçı kırılmış, görüşüm bulanmaya başlamıştı. Mamai’nin itici kuvvetinin yerini bir soğukluk ve hemen ardından gelen yakıcı bir sıcak alıyordu. Çok kan kaybetmiştim ancak yaratığın debelenmelerinde hala güç vardı. Mamai, tek bir an, bu pis yaratığı yenmem için bana tek bir fırsat ver. Gözyaşlarım yüzümü kaplayan kan tabakasına karıştı. İşte o an, gökyüzünden bir ok yaratığın suratına saplandı.

Beyaz bir bezle kaplı ok, garip, gümüşümsü köpükler saçmaya başladı. Zaferin kokusunu alabiliyordum, Mamai bana istediğim şansı vermişti. Yaratık şaşkınlıkla kendini yere attı ve ön ayaklarıyla yüzünü kaplayan köpüklerden kurtulmaya çalıştı. İnlemeleri ve oktan çıkan tıslama sesi kulak tırmalıyordu. Hemen doğruldum. Ayaklarım beni taşımakta zorluk çekiyordu. Yükümü söküp çıkardığım mızrağa vermeye çalıştım. Yaratık sırtından indiğimi fark edince ormana koşmaya başladı. Kaçıyordu. Öfkemin kabardığını hissedebiliyordum. Mamai bana bu şansı vermişti ancak rakibim kaçıyordu. Tüm gücümle onu kovalamaya başladım. Ormanda geçtiği yerlerde kopuk ağaçlar ve sökülmüş çalılar bırakıyordu. Tanrıların adımı haykırdığını duyabiliyordum. “Felix, Felix!” Hiç düşünmeden koştum.

Yaratığı yerde yatarken buldum. Mızrağımı iki elimle kavrayıp sırtında daha önce açtığım yaraya geçirdim. Bu sefer daha derine girmişti. Yaratığın inlemeleri devam ediyordu. Ağlamaklı sesi ormanda duyulan tek şeydi. Bir kez daha. Ayağımı yaratığın sırtına dayayıp mızrağı çektim ve bir kez daha sapladım. Ve bir kez daha. Mızrak yarası, mızrak yarası, mızrak yarası. İnlemeler zayıf, küçük bir çocuğun inlemelerini andırmaya başlamıştı ancak hala susmuyorlardı. “Öl artık şeytanın vücut bulmuş hali!” Bir kez daha ve bir kez daha. Zaferin verdiği şan beni güçle doldurmuştu. Yaratığın sırtında açtığım yarık kemiği parçalamış, iç organlarını darmaduman etmişti. Ama iç burkan inlemeler hala susmuyordu.

Sırtımda bir el hissettim. Mızrağımı dönüp yabancıya saplayacakken karşımda duran çocuğu gördüm. Agenor’un yüzü bembeyazdı. “Felix, o artık öldü, yeter artık dur!”

Şaşkınlıkla suratına baktım. “İnlemeleri duymuyor musun, aptal? Bu ölüm benim hakkım.” Sesim hırıltılıydı. Konuşmak acı vericiydi. O an çocuğun karşısında nasıl bir görüntü olduğunun farkına vardım. Yüzü ve elleri kollarına kadar kıymıklar ve kanla kaplı, suratının sol tarafı aldığı darbelerden şişmiş ve kan toplamış, konuşurken ağzı salya ve kan saçan bir zavallıydım.

Agenor korkuyla bir adım geriye attı. O an dünya daha net bir hal almaya başladı. İnlemeler arkamda yatan yaratıktan değil, sağ tarafımdan geliyordu. Başımı çevirip o tarafa baktım, bir iki adım ileri yürüdüm.

Karşımda bu yaratığa benzeyen ancak teni gece kadar koyu bir dişi yatıyordu. Yanındaki toprak, vücudundan akmış kanla kaplıydı. İnlemeler bu dişiden de değildi, nefes almıyordu. Kolları arasında, kanla kaplı küçük bir yavru yatıyordu. İnlemelerin kaynağı oydu.

Çok daha sonrasında öğrendim ki, dünyamızda bütün şeytanları çeken bir şey gerçekten de varmış. Agenor’un da dediği gibi, yaşam ve ölümün birleştiği yer, doğum.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mitolojiler ve Halk Folklorlarında Karga-Kuzgun Motifi

5 - Onurdoğan: Benzediği Kadar Farklı

Anlamsı İki Hikaye