5 - Onurdoğan: Benzediği Kadar Farklı





5 - Benzediğimiz Kadar Farklı / Felix



Yolculuğun ikinci haftasıydı. Felix nöbet tutmayı seviyordu. Orduda geçirdiği günlerden alışmış, bu nöbetler, yatağını ısıtan bir kadın kadar sadık ve güvenilir hissettirmeye başlamıştı. Bu düşüncesini her kimle paylaştıysa şaşkınlıkla karşılanmıştı. Eh, ne orduda kadın vardı ne de nöbetler sıcaktı. Yine de bir asker, nöbet tutan kişilere güvendiği kadar diri uyanır. Felix de bu hayatta en çok kendine güveniyordu. Yine de en gergin olduğu geceler, ayın bu kadar parlak parladığı, bulutsuz gecelerdi. Her şey göz önündeyken, insan baktığı şeyi nadiren görür.

“Hiç şeytanları düşünüyor musun?” 

Felix sesle irkildi. Bu yersiz görünen sorunun şaşkınlığıyla Agenor’u süzdü. Kafası karışarak konuştu, “Tanrı Mamai’den ötesi beni ilgilendirmez. Kötü ruhlar da aklımın ucundan geçmiyorlar. Şeytanlar veya doğa nemfleri.” Agenor bir eliyle saçlarını kenara itti. Felix’in yanına oturdu. “Hiç de dindar olmana gerek yok. Sonraki hayattan ziyade, bu konular yaşarken düşünmemiz gereken şeyler.” Sesinde hasret izleri vardı.

Agenor’un ağzından çıkan sözlerin ritmi ve ay ışığının geride bıraktığı gölgeler, genç okçuyu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Felix savaş sırasında ondan daha küçük çocuklarla sıra tutmuştu ancak Agenor’un gözleri gördüğü tüm çocuklardan daha hınzır parlıyordu. Kimi adamlar savaş için yaratılmıştır ancak Agenor’un kumaşında şiddetin tek bir teli bile yoktu. Felix’in zihninin gerisinde bir düşünce kulağında bir çınlamaya sebep oldu. Gözlerini araziden ayırıp, çocuğun üstüne dikti. “Şeytanlar bizim dünyamıza uğrar mı ki? Rahiplerin söylediğine göre; şeytanların, diğer diyarlardan fısıldayıp bizim dünyamızda kasırgalar yarattıklarını sanıyordum. Bu hikayeleri, ömrü boyunca bir iki cümle konuşmuş çocuklar bile bilir.”

Agenor’un yüz ifadesi anlaşılmazdı. “Oh, fısıldarlar, o kesinlikle doğru.” Rahatça omuz silkti.  “Ancak, eğer çocuk hikayelerinden bahsediyorsak Lucius’tan da bahsedebiliriz. Al sana, bu diyarda büyümüş her çocuğun bildiği bir hikaye daha” 

Felix, Agenor’un sözü nereye getireceğini biliyordu. Homurdandı ve söze girdi. “Lucius, bir şeytana aşık oldu. Şeytan diyarı, onu çekip hapsedemesin diye büyülü sol kolunu toprağa gömdü ve diğer koluyla şeytan dünyasına uzandı. Peşine düştüğü bu şeytan kadını, sanki kendisi koymuş gibi kolayca buldu ve onu sıkıca kavradı. Kadın yağmurla nehirlere dönüşen saçlara ve dolunaydan bile beyaz bir tene sahipti. Ama o kadar kolay yakalanamazdı, onu sadece tutmak yetmezdi. Lucius da sadece beş basit kelimeyle onu kendine bağladı ve dünyaya döndü. Hikayeyi anlatan insana göre ya sonsuza dek mutlu yaşadı ya da bir şeytanla beraber olduğu için bir gece uykusunda canlı canlı alev aldı.” Hikaye şaşırtıcı değildi ve içinden çıkarılacak dersler vardı: hayallerinizin peşini bırakmayın ya da daha sert olanı, hiçbir şeytanla ilişki yaşamayın. “Bu hikayenin konumuzla bağını anlayamadım, Agenor.” 

Çocuğun yüzünde bir sırıtma belirdi. “Lucius şeytan diyarına gitmiş değil mi?”

Felix omuz silkti. “Evet, birçok kaynak Lucius’un hayatı konusunda çelişse de hikayenin bu kısmı hepsinde aynı. Ben zaten şeytanları ya da şeytan diyarını inkar etmiyorum ki.”

Agenor’un sırıtışı büyüdü. “Lucius; bir yer buldu, bazı büyülü ritüeller yaptı ve belki de bazı büyülü sözler söyledi. Sonucunda bizim dünyamızdan şeytan diyarına ulaşmayı başardı.” Agenor ders anlatan bir profesör edasındaydı. “Peki söyle bana Felix Onurdoğan, insanlar bir yerlere gitmek için nerelerden geçerler?”

Felix sonunda kavramıştı, gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Bir kapı mı, şeytan diyarı ve bizim dünyamız arasında?”

Agenor çokbilmiş duruşuyla kollarını kavuşturdu. “Eğer senin yetiştiğin şık kale de benim büyüdüğüm yerler gibiyse, kapılar genellikle iki taraflı olur. Bazıları bir parola, bazıları kaba güç, bazılarıysa bir miktar rüşvet ya da tehditle açılır.”

Felix kafasını kaşıdı. “Yani eğer biz onların dünyasına gidebiliyorsak onlar da bizim dünyamıza gelebilir. Peki ya Lucius bu kapıyı nasıl açtı?”

“Orasını bilemem. Ama evet, kesinlikle bizim dünyamızda da şeytanlar var. Beni sakın yanlış anlama, poetik bir benzetme olarak değil, kanlı canlı şeytanlardan bahsediyorum.”

“Öyleyse şimdiye dek ben neden hiçbir tanesiyle karşılaşmadım? Beni diğer soylular gibi evime kapanmış hayal ettiğini biliyorum, çocuk.” Sesi derinden geliyordu. “Ama sana temin ederim ki dünyayı senin kafanda canlandırdığın küçük haritanın sınırlarından daha öte gezdim.” Fikirlerinde yanılmak Felix’in hoşlandığı bir şey değildi. Özellikle de bir çocuğa karşı. Yeni düşüncelere de savaşta olduğu gibi yaklaşıyordu, zırh ve silahını kuşanarak. 

“Kesinlikle gördün onları, yani büyük ihtimalle. Hikayeyi düşün Felix.” Agenor’un sesi ısrarcıydı. “Saçlarına, tenine daha beter benzetmeler takacağın kadınlarla tanışmadın mı? Ben bile, senin de deyiminle, küçük haritanın içinde, parmağımla sayamayacağım kadar çokuyla karşı karşıya geldim.” Agenor gülümsüyordu. “Hem sadece kadınlar da değil,” sözlerini seçerken dikkatliydi, “benden çok savaş gördün, benden daha deneyimlisin. Hiç olması gerektiğinden birazcık da olsa daha ileri atılan bir adam, bir insandan bir tık bile olsa çok ağırlığı kaldırabilen bir savaşçı ya da askerlere şaşırılcak kadar gür bir ses tonuyla emir veren bir komutan görmedin mi? Şeytanlar içimizdeler ve kendilerini gizliyorlar.” Başını iki yana salladı. “Hem tapınakların yaptığı şeytan betimlemelerini de yavan bulmuşumdur. Eminim yüzyıllar önce birisi uzun süre ölü kalmış bir yaban domuzu görmüş ve onu biraz daha renkli betimlemelerle kaleme almış.”

Felix ikna olmaya başlıyordu ama bunu itiraf edemeyecek kadar inatçıydı. “Tapınakları ya da anlatılarını ben bilmem. Ben sahada inanırım ve Mamai’ye inancımla mızrağım kırmızı parlar.” Fark etmeden mızrağını sıkıca kavradı. “Benim bildiğim şeytanlar karşımda kılıç sallar, pençesini boğazıma dayar. Şimdiye dek birine dahi yenilmedim ki karşındayım.” Sesi beklediğinden daha hırıltılı çıkıyordu. “Peki nerelerde oluyor bu senin bahsettiğin şeytanlar, ha?”

Agenor aklı karışmış gibi Felix’e baktı. “Onlar da insanlar gibiler, herhangi iki tanesi, seninle benim birbirimize benzediğimiz kadar farklı.” Yeni kalınlaşmış sesi, adeta Felix’e kafa tutuyordu. “Anlasana, en tehlikeli şeytanlar, ilk başta şeytan olduğunu düşünmeyeceğin adamlardır.” Gözleri geçmişin izleriyle ıslaktı. 

“Çocukken evimizi ziyaret eden, çocuklarıyla avluda toz yuttuğum aileler, onlara en çok ihtiyaç duyduğumuz anda, yuvamın yanışını izlediler.” Duraksadı. “Gerçek şeytanlar aramızdalar ve en az insanlar kadar kötüler.” Gözlerini keskin bir bakış aldı, yüzü kendine güvenen bir ifadenin ateşine sahipti. “Yine de sana istediğin cevabı vereceğim Onurdoğan. Dünyamızda bütün şeytanları çeken bir şey var. Yaşam ve ölümün birleştiği yer,…”

Kampın az ötesinden gelen bir hırlama, konuşmayı keskin bir bıçak gibi kesti. 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mitolojiler ve Halk Folklorlarında Karga-Kuzgun Motifi

Anlamsı İki Hikaye