2 - Onurdoğan: Kanlı Bir Gün





2 - Kanlı Bir Gün



"Daha önce bu kadar büyük bir tane görmedim, Beran abla." Agenor, yerdeki üç parmaklı canavarın ayak izini inceliyordu. Yarık bir insan boyundaydı. Agenor, çukurun yanında diz çökmüş, siyah kapşonu başında minik bir kurta benziyordu. Uzun badem rengi saçları kapşonun altından sarkan kabarık bir yeleyi anımsatıyordu.


Beran, kardeşinin sırtına destekleyici bir dokunuş bıraktı. "İyi iş, Agenor. Buradan sonrasında daha da temkinli olalım." Gözünün önüne düşen sarı, kıvırcık bir bukleyi kenara itti. Gözleri ayak izinin gittiği yöne kilitlenmişti. "Başka bir iz görünürde yok gibi. Yine de bu iz fazlasıyla yeni."


"Peki ya dallar?" Agenor ve Beran'ın arkasından gelen ses gür çıkmıştı. Nikos isimli adam, Daimsos'luların kömür renkli saçlarına sahipti. Yüzünün sol tarafı süslü bir şapkayla gölgelenmişti.


"Dallara ne olmuş?" Agenor hala diz üstündeydi.


"Geçtiğimiz yol boyunca dallar paramparça edilmişti. En az sekiz metre boyunda bir trolden bahsediyoruz." Etrafındaki devasa ağaçları düşünceyle izliyordu. Rubico'nun ağaçları, odunculara inat her geçen gün daha uzun büyüyor gibiydi. Kırık dalların arasında bile tepedeki güneşi görmek neredeyse imkansızdı.


"Bu kadar büyük bir trolün dalları parçalamadan ormanı aşması imkansız olmalı." Eliyle Agenor'a doğru tarafı gösterdi. Dallara dokunulmamıştı.


Agenor telaşla Beran'a döndü. "Sence izini kaybettirmeye çalışıyor olabilir mi?" Sırtındaki sadaktan bir oku alıp toprağa batırdı. "Yol ilerledikçe toprak sertleşiyor. Bu noktadan sonra ayak izini takip etmemiz mümkün değildi. Eğer şimdi dallara da dikkat ediyorsa onu artık takip edemem."


Beran kafasını salladı. "Bu troller ne kadar zeki biliyor musun?"


"Bir fikrim yok. Trollerin daha önce kendilerine derme çatma kıyafetler yaptığıyla ilgili hikayeler duymuştum. Bu bana oldukça zekice geldi."


"Eğer kocaman elleriyle kendine kıyafet yapabiliyorsa beklediğimizden daha nazik olabiliyor demektir. Dalları es geçmiş olabilir. Aramamızı halkalar halinde devam ettirmek…" Beran'ın konuşması Nikos'un elini havada görünce yavaşça solup gitti.


Nikos'un sesi soğuk bir rüzgar gibiydi, hafif ama keskindi. Nikos sözlerini de bıçaklarını kullandığı gibi kullanırdı. "Bu troller konuşmayı da biliyor olamaz değil mi?" İki iz sürücü afallamıştı. "Bu lanet troll bizim söylediklerimizi anlayamaz değil mi?" Bir düello kılıcı gibi direkt sözler.


"Ah… Sanmıyorum." Şimdi Agenor da gergindi. Elini yere sapladığı oka yakın tutuyordu.


"O zaman beni iyi dinleyin." Derin bir nefes aldı. "Trol şu an tepemizdeki ağaçların üstünde." Üç figür de oldukları yerde donup kaldı.


Beran küçük bir şaşkınlık sesi çıkardı. Ardından kendini sakinleştirdi ve yavaşça gözlerini kapattı. Rüzgar gibi sözler… Kendini Nikos'un sözlerine odakladı. Vücudunun hafifleştiğini hissetti. Yaprakların arasından aktı. Dalları hışırdattı. En sonunda küçük bir sincabın etrafını sardı.


Tüyleri dikleşti, bakışları genişledi. Kalp atışları hafif ama daha hızlıydı. Beran hiçbir zaman bir kuyruğa sahip olmanın garipliğine alışamamıştı. Sanki kendi aklı var. Ödünç aldığı sincapın vücuduna zarar vermemeye özen göstererek bulunduğu ağaca tırmandı. Açık alanda duran üç insana göz gezdirdi. Kendi gözleri kapalı duruyordu. Ne kadar da huzurlu gözüküyorum. Doğayla iç içe olmak hoşuna gidiyordu. Yine de Nikos ve Agenor tersine gergin gözüküyordu.


Sincap arkasını döndü ve ağaca tırmanmaya devam etti. Tam o sırada canavarı gördü.


Pullu ve kırışık derisi ağacın odunlarıyla iç içe geçmişti. Vücudu garip kabuklar ve yapışkan bir mukus sıvısıyla kaplıydı. Rengi bozulmuş bir et kadar siyah ve mide bulandırıcıydı. Saçları omuzlarına kadar inen siyah tutamlardan oluşuyordu. Beran yaratığın yüzünde endişe, öfke ve şaşkınlık karışımı bir ifade gördüğünü düşündü.


Diğerlerinin arasına döndü. Etrafın ne kadar soğuk olduğunu fark edip irkildi. "Tepemizde."


Agenor'un rengi soldu. "Dalga geçiyor olmalısın, ne yapacağız?"


Nikos sarsılmış gibi gözükmüyordu. “Buraya neden gönderildiysek onu yapacağız. Onu öldüreceğiz. Eh, kaçmaması işimize gelir.”


Beran yavaşça Nikos’un yanına yürüdü. Havada süzülüyor gibiydi. Adımları yerdeki bitkilerin etrafında dans ediyordu. Arkasını trolün tutnduğu ağaca yasladı. Yaşam bu ağacın içinden akıyor. Bütün kökler birbirine bağlı. Ben bu ormana bağlıyım.


Nikos ve Agenor, onlarca yılanın ağaca tırmandığını gördü, sarmaşıktan yılanlar. Yavaşça yollarını ağacın yüksek yerlerine doğru aldılar. Sarmaşıklar tırmandıkça Beran’ın rengi kayboluyordu. Büyü, her zaman karşılığında bir şey ister.


Nikos kollarını birleştirdi. “Agenor,” sarsılmış iz sürücünün suratını süzdü. “Muhtemelen tek bir atışın olacak. Tereddüt etme.”


Gerçeklik Agenor’un yüzüne tekrar tekrar vuruldu. Kaskatı kesilmişti. Elleri karıncılanıyor, ayakları titriyordu. Gözleriyle ağacı sarmalayan yeşil sarmaşıkları takip etti. Gözünü özellikle yaratıktan uzak tutuyordu. Yayına uzanamayacak kadar kaskatı kesilmişti. Ani hareketlerden uzak durarak belindeki bıçağı kavradı.


Sarmaşıklar yaratığın vücudunu yavaşça kavradı. Sakin ve gizlice. Doğaya aykırı bu varlığı hemen bu ağaçta idam edeceğim. Yeşil iplikler yaratığın kollarını kavradı. Ayaklarını sarmaladı. Yavaşça göğsünden tırmanıp boynunun etrafından dolaştılar. Ve Beran, tüm gücüyle yaratığı ağaçtan sallandırdı.


Her şey bir anda oldu. Trolün pençeleri sarmaşıkları parçaladıkça yerlerini yeni sarmaşıklar aldı. Nikos’un tam üstünde boynundan ağaçta asılı bir şekilde sallanıyordu. Agenor hançerini kaldırdı yine de üstündeki şoktan kurtulamadı. Siyah kütle, ayaklı ölüm, doğayla çevrelenmişti. Nikos hayran kalmış bir şekilde kafasını yukarı kaldırmıştı. Kendinden eminliği bir an bile bozulmadı.


Yaratığın rahatsız edici rengi git gide koyulaştı. Beran, ellerini ağaca kitlemiş, sarmaşıklarla trolü sıkmaya devam ediyordu. Diğerleri fark etmese de kendisinin de rengi solmuştu. Adeta kendimi de boğuyorum.


Yaratık parçalamaya devam ediyordu. Hareketleri daha da vahşileşmişti. Sesi çıkmıyordu ancak çırpınışları yürek burkucuydu. Artık yaratığın pençe darbeleri boğazına derin yaralar açıyordu. Sarmaşıklar kırmızıya bürünmüştü. Beran kafasını iki yana salladı. Bu çaba nafile, sarmaşıklarımı kopartmanın imkanı yok. Sakin ol ve uyu artık. Beran kollarının uyuştuğunu hissetti yine de devam etti.


Yarım kalp atışı sonrasında Beran donakaldı. Koptu.


Yaratık tepetaklak döndü. Artık boynunu tutan sarmaşıklar boşa çıkmıştı ve yaratığın kopmuş kafası Nikos’un üzerine doğru düşüyordu. Trolün kafası bir şekilde hala hayattaydı.


✦✦✦


“Şimdi Agenor.” Nikos’un sesi boş ormanda çınladı. Dünya durmuş gibi gözüktü Agenor’un gözüne. Tüm sarmaşıklar donmuş, rüzgar donmuş, düşen kafa ve Nikos’un sözleri donmuş, Agenor’un kanı damarlarında donmuş gibiydi. Agenor her şeyi aynı anda görüyor gibi hissetti.


Trol yaşıyordu, en azından bir süre daha. Ağzı açık bir şekilde Nikos’un tepesindeydi. Çenesinin hareketine bakılırsa hala ağzını kapatacak gücü vardı. Tek bir an sonra, yaratık biraz daha aşağı düşecek ve Nikos yaratığın dişleri arasında ezilecekti. Agenor her şeyi gördü ve kendini çaresiz hissetti.


Nikos’u kurtaracak bir atış yoktu. Yaratığın alnından vurmak işe yaramazdı, vücudu darbenin etkisinden kasılırdı ve trol ağzını kapardı.


Nikos’u kurtaracak bir atış yoktu. Gözlere nişan almak anlamsızdı çünkü yaratık hedefine çoktan kitlenmişti.


Nikos’u kurtaracak bir atış yoktu. Agenor’un oku yaratığı geriye sürükleyecek güce belki ulaşırdı ancak bu gücü elindeki tek bir hançerle karşılayamazdı.


Nikos’u kurtaracak bir atış yoktu. Tamamen kurtarmanın tek bir yolu bile yoktu. Agenor ilk kaybını vermişti. Muhtemelen tek bir atışın olacak. Tereddüt etme. Agenor algılarına lanet etti. Aklına lanet etti. Bütün yolları düşünmek ve bu yüzden kurtuluş yolu olmadığını bilmek ona bir lanet gibi geliyordu. Hayatta bir şeyleri daha az bilmek istediği nadir zamanlardan birindeydi. İnsanın körü körüne bir yola girmesi çoğu zaman büyük bir armağan.


En sonunda zaman normal akışını kazanmaya başlarken Agenor bıçağını fırlattı.


✦✦✦


Bıçak bir gözü ve kapama çene kaslarını teyet geçti. Trolün başı Nikos’un üstüne çöktü. Yaratık hala hayattaydı ancak çenesini kontrol edemiyordu. Yaratığın açık ağzı Nikos’un üstüne serilmiş bir çadır gibi kurulmuştu. Yaratığın dilini delip çenesindeki kaslara saplanmış bıçak Agenor’un gözleri önündeydi. Nikos elini yanağına götürdü. Bugün kanlı bir gün diye düşündü. Agenor’un bıçağı sol gözünün yanını kesip geçmişti. Hiçbir şey hissetmiyorum. Hiçbir şey hissetmiyordu. Hiçbir şey göremiyordu.


Trol hareketsiz kalmıştı ancak trolün başından acı hırlamaları gelmeye devam ediyordu. Nikos yüzünün önünü kaplayan siyah trol kanını temizlemeye çalıştı. Ne kadar uğraşsa da, hayatı boyunca, siyahlık sol gözüne eşlik etmeyi bırakmadı.


Soğuk bir şekilde Agenor’a döndü. Çocuk şok geçiriyor diye iç geçirdi ancak Agenor konuşmaya başladı. “Başka bir yolu yoktu Nikos.” Boynu bükük bir şekilde yere yıkıldı. “Özür dilerim, bunu olacağını biliyordum ancak başka hiçbir yolu yoktu.”


Agenor başını kaldırdığında Nikos’u yanında buldu. Nikos elini Agenor’un sırtına koydu. Bu dokunuş Agenor’a ablasının dokunuşunu hatırlattı. “Tereddüt etmediğin için teşekkür ederim, hayatımı kurtardın.”



✦✦✦


Şehre geri dönerlerken yağmur başladı, bu yağmur senenin ilk yağmuruydu. Trolün başı bir kodomun kalın derisinin üstüne bağlanmıştı. Nikos, Agenor ve Beran şehrin sokaklarına geldiklerinde insanlar telaşla yorgun görünümlü maceracılara yaklaşıyor ancak yersiz neşelerini görünce afallayıp kalıyorlardı.


Nikos’un sol gözünün beyaz kısımları siyah bir tabakayla kaplanmıştı. Daimsos kömürü rengi gözleriyle garip bir uyum sağlamıştı. Beran yeşil pelerinine kendini sarıp solmaya başlamış derisini gizliyordu. Agenor gözlerini trolün kafasından ayıramıyordu. Bu mahvolmuş üçlü yine de gülüyor ve şakalaşıyordu. Bu üçünü görüp afallamamak elde değildi ancak bu üçlü hiçbir zaman en normal insanlardan olmamıştı.


Kaldıkları hana yaklaştıkları sırada arkası dönük üç figür onları karşıladı. Atının üstünde Felix ve Maria, yanlarında Shev duruyordu. Felix arkasını döndü. Bıçkınlar’ı gördüğü için yüzünde güller açıyordu.


Atından atladı ve nazikçe Maria’yı kucaklayıp indirdi. “Bıçkınlar,” sesi bir borozan gibi talepkar ve gürdü. “Sonunda sizi buldum!” Sırtından mızrağını çıkardı ve iki eliyle kavradı. Maria’yla Bıçkınlar’ın arasına geçti. “Vakit kaybetmeye lüzum yok. Eğer yapabiliyorsanız,” gözüyle üçünü de süzdü. “Eğer yapabiliyorsanız beni geçip kızımı öldürmeye çalışın!”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mitolojiler ve Halk Folklorlarında Karga-Kuzgun Motifi

5 - Onurdoğan: Benzediği Kadar Farklı

Anlamsı İki Hikaye